1 Temmuz 2024 Pazartesi

NEYZEN TEVFİK / " Maderle peder olup bahane, sevketti kaza beni cihane."


24 Mart 1879 - 28 Ocak 1953 (74 yaşında vefat etmiş..)
Neyzen Tevfik hakkında bir şeyler yazarken , şurada doğdu burada öldü diye konuya başlamak yerine, farklı bir giriş yapmak istiyorum.
Yüksel Baştunç , İstanbulda eczanesi olan babasının yanında çalışırken Neyzen’i tanıma şansı bulmuş biri. O‘nun yazdığı, Yangın Adam Neyzen Tevfik kitabına gidelim. Bakalım Tevfik, sema için ne diyor :
“ Zaman zaman maddi alemden kaçıp manevi aleme katılmak isteyince, gençken fırıl fırıl dönerdim.. Artık yaşlandık. Şimdi başım dönüyor. Şunu bil ki sema her derde devadır. Baş ağrısını, ruh sıkıntısını anında keser. İnsan kuş gibi hafiflemiş hisseder kendini.”
İlk baskısı 1930’larda yapılmış Tibet’in Gençlik Pınarı ( yazar Peter Kelder) isimli kitapta, çakraları çalıştırdığı, fiziksel olarak gençleşmeyi dinçleşmeyi sağladığı anlatılan 5 adet hareket vardır. Bunlardan birinci hareket saat yönünde kollar yere paralel kendi etrafında dönmeyi içerir. Kitapta anlatıldığına göre, Amerikalı bir subay Tibet gezisi sırasında bu bilgileri tibetli rahiplerden öğrenmiş.
Görevliler, çok ileri ruhsal seviyelerden gelirler. Peygamberler, evliyalar, büyük düşünürler, liderler, sanatçılar v.s.
“ NEYZEN ARŞ-I AŞİKAN-I HÜDA.
ZERRE-İ KAİNAT-I MEVLANA”
[Allah aşkı ile dolu olan neyzen; Mevlana dünyasının ancak bir zerresidir.]

Hakikatleri bilse de, maddeyi aşamıyor bir noktada. Ya da zaman zaman aşıyor sonra içki ile şunla bunla maddeye kapılıyor. Neyzen Tevfik delilik ile velilik arasında. Ama oda biliyor ki Mevlana'nın dünyasında anca bir zerre. O zerre ise biz neyiz bilemedim.
[şiir’in kaynağı : yangın adam. neyzen tevfik. şiiri aktaran: yüksel baştunç)
"Her fert hayatında, muhitinde kazanmış olduğu nefret ve teveccühüne göre muamele görür." N.T.
Neyzen, bilinenin ötesinde sağlam bir dünya görüşü olan kültürlü bir entelektüeldi. Onun bu durumunu gözler önüne seren güzel bir yazısını paylaşalım :
HALKIN KUDRETİ
(not: Neyzen'in 1 ocak 1953 tarihini taşıyan ve ölümünden sadece 27 gün önce kaleme aldığı bu yazı en kızdığı gazetelerden biri olan Vatan gazetesinde yayınlanmıştır. Yazı http://www.siirparki.com 'dan alınmıştır.)
Dört yıl önce Fatih’te bir otelde kalıyordum. Edip ve Azmi adlarındaki iki dostum, bir pazarı aileleriyle birlikte Sultansuyunda geçirmeği kararlaştırmışlar. Giderken uğrayarak yanlarına beni de kabul ettiler. Erkenden vardık. Yemeğe içmeğe dair herşey eksiksizdi. Epeyce zahmete ve masrafa katlanmışlar. Yemekten sonra uzanmak isteyenlere battaniye getirmeği de unutmamışlar. Üçüncü sedde güzel bir yer seçtiler. Çilingir sofraları kuruldu. Herkes şen bir ruhla eğlenmeğe başladı. Bir taraftan da yanan ocaklarda arzuya uygun kebaplar yapılıyordu. Devre başladı. Ben içmiyordum ve hâlâ da içmiyorum. Fakat içenlerin neşelerine ortak oluyordum.
Epeyce dinlendikten sonra, yalnız olarak etrafı şöyle gezeyim, dedim. Oturduğumuz seddin merdivene kadar uzanan kısımının sonunda, dışarıdan bakınca dinç ve gümrah görünen, bütün akranına üstün bir çınar ağacı dikkatimi çekti. Yaklaşınca gördüm ki bu çınarın içi tamamıyle boşalmıştı. İçinde, üç çocuğu ile bir karı koca ferah ferah barınabilirdi. Koca dalların görünmiyen koca köklerle irtibatını temin eden gövdenin etrafı gayet sıhhatli ve kuvvetli idi. Düşündüm: Kimbilir ne gibi muzır tesir ve felâketli hâdiselerle iç boşalmış, öz kaybolmuş, hayat vasıtalarından büyük kısmını kaybetmişti. Fakat koca çınar, etrafın yekdiğerine kuvvetli bağı sayesinde, nebatî bir siyasetle, varlık ve metanetini azametli bir vekar ve her tesire göğüs gererek yaşamanın verdiği şevkle muhafaza ediyordu.
Bu manzara karşısında epeyce durdum. Gözümün önünde fertler ve halklar canlandı. Çınar bana bir bakıma halkı temsil etti.
Gene de yaşamıştım.
Burada bir vak’amı anlatayım, tekrar mevzua döneriz.
Merhum dostum Adalı Avninin delâletiyle Vali Muhittin Üstündağla tanıştım. Bir müddet sonra Konservatuarda vazifelendirildim. Kudretim nisbetinde Konservatuardan önüme bir kemik atılır ve ben onunla yalanırdım. Atatürk ölünce Üstündağ tabiî valilikten ayrıldı. Dostum merhum Salim Kurşun’un evinde yatıp kalkıyordum. Hastalandığım için Konservatuara bir müddet devam edemedim. O sene şiddetli bir kış vardı. Şubatın ikinci günü Konservatuara maaş almağa gittim. Aylığın makam emriyle kesildiğini söylediler. Bre aman, beş para yok. Kış, hastalık, dost evi... Nasıl döndüğümü bir ben bilirim. Niçin uzaklaştırılmıştım, hakkımı nereden arayacaktım?
Bir müddet sonra Beyoğlunda bir odaya geçmiştim. Bir gün bakkala çıktığım sırada, alnıma vurulan tımarhane damgasının içtimai icabı üç polis yanıma yaklaştı, Bakırköyüne götürüleceğimi tebliğ ettiler. Kapımı kilitlemeğe vakit kalmadan gittik. Yatırıldığım on sekizinci koğuşa bakan Fahrettin Kerim Gökay'dan anahtarları vererek odacısı Ali ile kapımı kilitlettirivermesini rica etmiştim. Anahtarlar verilmekte gecikilmiş ve odamdaki bütün kitaplarla nota ve diğer eşya tarümar olmuştu.
Bir gün Lûtfi Kırdar, Lutfi Aksoy’la beni çağırttı. Beraberce gittik. Verilen ihraç kararından teessür duyduğunu ve kendisinin haberi olmadığını kemali teessüfle söyledi. Fakat ben gene yaşadım. Geçimimin bir kaynağı çürümüştü. Bir ferttim. Çınara nazaran bir çöptüm. Kimbilir kaç kişi de benim gibiydi? Benim bu vaziyetime düşürülmekteydi.
Çalınan kampanalar
Çalınan, hürriyet, medeniyet, insaniyet ve saadet kampanalarına yetmiş beş senedir kulak kabarttım. Yedisini çıkarırsak altmış sekiz yılımda da kendime göre ağustosböcekliğimi yapmaktan geri kalmadım. Dağıstanlı Murat Beyin Mısır’a kaçıp «Mizan» ı çıkarmağa başladığı sıralarda, gazeteyi bodrumda gizli olarak Belediye hekimi Kerpeli’nin oğlundan alır ve kimseye sezdirmeden babama getirirdim. O günden bugüne kadar hâlâ o mektup, hâlâ o kampanalar.
Memleketimizde siyasi devirlerden hiç biri halk için cezri bir varlık gösteremedi. Yapılan ıslahat yarım, atılan adımlar ürkek ve verilen kararlar oyalayıcı. Çınar hayat kaynağının özünü ve vasıtalarını kaybetmişse de yaşıyordu. Gözümün önüne özleri ve vasıtaları muhtelif grup ve zümreler tarafından sömürülen veya yutulan bir kısım insanlar geldi. O cefakeş kütle büyük kayıplara rağmen yaşayabilmiştir ve yaşayabiliyor. Bunun sırrı nedir?... Bu sır, halkın kudretidir.
İki tarafın suali
O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan, diye bir tekerleme vardır. Yılan fili yutsa da hiç bir zaman hazmetmeğe muktedir olamaz. Dışarı çıkarır ve fil hürriyetine kavuşur (*). Fil, yılanları yuttuğu gün, yutulan için kurtuluş yoktur ve hazım da kafidir. O gün, milletlerin mes’ut bir günüdür.
Hükümetler şunu sormalıdırlar: Bütün varını önümüze seren halklara hizmette kusur etmiyerek lâyık olabiliyor muyuz? İçi boşalmış, çınar haline gelmesini önleyebiliyor muyuz?
Halklar da şunu sorabilmelidir: İdarecilerini korumakta mıdırlar? Özümü sömürmeğe ve almağa çalışanlarla birlik midirler? Milletler bu suali, iktisadi refah ve maarif nuruna kavuşmakla sorabilirler.
Yoksa hükümetler ve idareciler kendilerine doğru yontarlar, ortalığı kırıp geçirirlerken kendileri aleyhine en küçük mırıltıyı da istemezler. Şairin dediği gibi:
«Hem yıkarsın belki şimşir-i sitemle âlemi, Hem de dersin ki ser-i köyümde kavga olmasın!»
(*) İngiltere Hindistanı hazmedebildi mi?
“Düşeli deli firakınla sevdaya meye
Müptelayım, deliyim, sinmişim esrarı neye.”
“Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,
Softalık zorlu anırtı ile yürüdü.
Kara bir kinle taassub pusudan çıktı yine
Yurdu şahane cehalet yeni baştan bürüdü.”
Acı’nın , mutluluğun, insanların, yani şu maddi alem üzerindeki her halin geçici olduğunu anlatan daha güzel bir şiir yazılmamıştır. Ne mutlu ki bu müthiş şiiri kendi sesinden dinleme imkanımız da var .. :
https://www.youtube.com/watch?v=Z829taKcBPo
GEÇER
Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyleyemez hande-i hürrem de geçer,
Devr-i şâdi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer,
Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,
Çağlayan göz yaşı mı, yoksa ki hicran seli mi?
İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu’unun fili mi,
Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer,
İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,
Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan.
Niyyet-i hilkatı bul aşk-ı cihan aradan,
Önü yoktan, sonu boktan, bu kuru da’vadan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.
Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre
Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre!
Ma’rifet mahkemesinde verilen hükme göre,
Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer.
Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne,
Girmemiştir bu avalim, bu bedyi’ gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sakiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne,
Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.
1943
Neyzen, rakıyı fazla kaçırıp meyhanenin camlarını kırmak gibi taşkınlıklar yaptığında akıl hatanesine götürülürdü. Peki acaba orası için ne düşünürdü ?

“ Oradaki hücrem bana en çok yakışan, ruhumla başbaşa kalmak imkanı veren yeryüzü cenneti dir” (Hilmi Yücebaş Bütün Cepheleriyle Neyzen Tevfik)

Hilmi Yücebaş’ın “ Bütün cepheleriyle Neyzen Tevfik” kitabı, Hilmi Y.’ın Neyzen ile yaptığı yüzyüze röportajlar açısından çok önemlidir. İnsanların dünya yaşamlarının şeklini, belirleyen pek çok faktör vardır. Çevresel faktörler, eğitim, aile, sosyo ekonomik durum… Bir de bilinmeyen bir etki vardır kl o da dünyaya gelmeden önce seçilen yaşam planlarının ana hatları . ( hayatın %90’ı serbest seçimlere bağlı , %10’u ise önceden belirlenmiş bir plana tabidir. Zira, o plan içindeki eprövler [sınavlar, uyarıcılar, zorluklar], varlığın içindeki cevheri açığa çıkaracaktır.
İşte, Neyzen’i küçük yaşta sarsan ve onda büyük değişime sebep olan olayı Yücebaş’ın röportajı sayesinde öğreniyoruz. Buyrun Neyzen’den dinleyelim :
“ Babamın okuyup adam olmam hakkındaki emelleri, benim kabiliyetsizliğimden ziyade kader denilen nesnenin ben daha küçükken , evvela şuurumun bir burcunu yıkmak daha sonraları da muhtelif sebep ve tesirler altında ruhuma derbederliği aşılamak sureti ile oynadığı oyunla daha başlangıçta akamete uğramıştı. Henüz mektebe yeni başlamıştım. Bir akşam paydos olmuş, ben babamla beraber eve gitmek üzere yola düzülmüştüm. Tam çarşı hizalarına geldiğimiz sırada uzaktan akseden davul, zurna sesleriyle durakladık, ben daha o yaşta bile musikinin meclubu (tutkunu), çılgınca zebunu (çok sevmek, aşırı düşkünlük anlamında) idim. Babamı elinden çekerek çalgı sesinin geldiği tarafa adeta sürüklüyordum. Nihayet alayın ucu köşk içi meydanında göründü. Biraz daha yaklaşınca zurna ve lavutaların ahengine tempo tutan davul tokmakları sanki hep birden kafama inmeğe başlamıştı. Yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda da kesik insan kafaları vardı. Gözlerim dehşetle yuvalarından fırlamış ve ben çığlığı basmıştım. Şaşıran babam güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek için önünde bulunduğumuz bir demirci dükkanının içine dalıvermişti. Halbuki olan olmuş ve çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. Eve dinmeyen titremeler içinde getirildim. Ve bir çok korku ilaçlarından geçirildim. Fakat heyhat, şuurumun bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkanında düşüp kaybolmuştu.”
Bundan sonra Neyzende gayritabii bir durgunluk başlamış ve bu hal bir kaç sene sonra babasının nakli memuriyet ettiği Urla’da sara nöbetleri halinde uzun müddet devam etmiştir.
Neyzen henüz on üç on dört yaşındayken, Urlada dağda kırda avlanmakla vakit geçirir. Bir gün urla çarşısında, bir berber dükkanından gelen ney sesi onu adeta yakalar. Ve berber kazım ağadan ney öğrenir. İzmir mevlevihanesinde de eğitim almıştır.
19 yaşına geldiğinde babasının ısrarı için tahsil hayatının devamı için İstanbula gider.
İstanbulda İstiklal MArşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy ile tanıştırılır. M.AKif o senelerde 28-30 yaşlarında dır. İstanbuldaki medreseden, namaz kılmıyor, abdest almadan ayine katılıyor, sarık cüppe taşımıyor diye dışlanmış. M.Akif, Neyzen'i pek çok saz, ses üstatlarıyla tanıştırmış. Damat ve sultan saraylarına girip çıkmasını sağlamış. II.Abdülhamit Döneminin baskıcı ve yasakçı yönetimine karşı konuşmalarından dolayı mimlenmiştir. Hatta ulu orta konuşmaları nedeniyle zaptiye nezaretinde sıkıntılı saatler geçirmiştir. Neyzenin bundan sonraki adımı 7 senelik Mısır macerasıdır. Mısır'da Şair EŞref ile tanışmıştır. Lübnanlı bir bar yıldızına büyülenir gibi aşık olmuştur.
Ülkeye geri döndüğünde onu hasretle kucaklayanlardan biri de mehmet akif olmuştur.
" Aramızdan zaman zaman kara kediler geçmiş olmasına rağmen hala onu anarken hocam mehmet akif demekten büyük bir haz alırım" N.T.
Mısır'dan geldiğinde bir çayhanenin üst katına Mehmet AKif, kendi elleriyle Neyzenin odasını hazırlar...
Neyzen, dönem dönem hastahanede yatar. Bir seferinde nefes darlığı şikayetinden 3 ay Beyoğlu Belediye hastanesinde kalır. Kalp rahatsızlığı çeken ve o an daralan birine şöyle der neyzen : " Aldırma, düşünme, sıkılma. Geçer .. Geçer..."
Ayı , usta ! Aslında güzel oynuyormuş. Çingene onu oynatmayı bilmiyormuş. ama onu oynatacak adam lazım. Neyzen almış adamın elinden ipi ve sopayı. götürmüş ayıyı tepebaşı bahçesine. hanımlar beyler dolu. oynatmış ayıyı. alkış kıyamet içerisinde.
Neyzen, rakı dışında alkol ve afyon da kullanmış. Ara sıra onu tanıyan seven varlıklı insanlar, neyzeni giydirir yedirir içirir yatacak yer verir cebini para ile doldururmuş. Ama rahat, neyzeni rahatsız eder, 3. gün kaçarmış. İçkiyi bıraktıktan sonra yemek yemeye düşmüş. Bol tereyağlı bir pilav dan aldığı keyifin Rafael’in tablolarından daha fazla zevk verdiğini söylüyor.
Neyzen'in insana olan yaklaşımını açıklayan şu mealdeki sözleri beni çok etkiledi : " Öyle insanlar var ki , şu dünyada yaşama isteğimi yok ediyorlar. ama öyle güzel insanlar da var ki onlar için yaşamaya değer. "

Neyzen'in hayata bakışını, kendini espri ve zeka ile anlatmasının ilhamını Mesnevi de , Mevlana Celaleddin Rumi'nin anlattığı bir fıkra da görmek mümkün dür :
“Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek yahut taze nane var mı dedi.
Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkânı mı, aptal mısın sen, dedi.
Dilenci bari biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkânı değil ki.
Ey ev sahibi! Birazcık un ver bari deyince ev sahibi burasını değirmen mi sandın, dedi.
Dilenci her şeyden vazgeçtik, bari bir çanak olsun su ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.
Hâsılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok
dedi. Yoksul, içeri girip eteklerini kaldırdı evin içinde tuvaletini yapmaya niyetlendi.
Ev sahibi; hey çirkin herif ne yapıyorsun, deyince dedi ki: Böyle yıkık yere abdest bozayım da bari ferahlayayım.
Burada yaşamanın madem ki imkânı yok, böyle eve ancak abdest bozulur.” [Fıkra'yı alıntıladığım web adresi. ]

"1903 yılına kadar başında yeşil sarık, arkasında cübbe taşımıştır. O zamanlar kendisine İzmirli Hafız Neyzen derlermiş. Kur'an'ı hafız denecek kadar ezbere bilirmiş. O zaman doldurduğu bazı plaklarda Neyzen hafız Tevfik diye yazılıdır. " Şefik kolaylı, Yeni Tanin. 
" Savaşlarla beşeriyet kendi kendinin yüzünü tırmalıyor. Hala kim kimi yenecek sevdası. Ortada apışmış bir dert var ki, o da bileği bükülmez menfaattir. Şimdilik halk, bu menfaatçilerin odacısı mevkiindedir." Neyzen Tevfik ( Vatan, 6.5.1952)
" Kâbeden maksat varmaktır yâra,
Kör gibi tapınma kuru duvara." NEyzen Tevfik

Geçer şiirini yapay zekaya yorumlattım. Nasıl yorumlamış bir bakalım :

Neyzen Tevik'in bu etkileyici şiirini cümle cümle açıklayarak anlamlandırmak güzel bir fikir. Şiir, genel olarak hayatın geçiciliği, ızdırabın ve mutluluğun da geçici olduğu, insanın bu dünyadaki yeri ve aşkın derin anlamı üzerine derin felsefi düşünceler içeriyor. Şimdi cümle cümle açıklayalım:

Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer, İlk satır, çekilen acıların bitmeyeceğini düşünme, çünkü bu dünya da geçici diyor. Yani her şey gelip geçicidir.

Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer, İkinci satır, bu geçici ömür gibi günler ve anlar da geçip gider diyor. Her şeyin geçici olduğunu vurguluyor.

Gam karar eyleyemez hande-i hürrem de geçer, Üçüncü satır, üzüntü kalıcı değildir, mutluluk da geçicidir diyor. Yani ne üzüntü ne mutluluk kalıcı değildir.

Devr-i şâdi de geçer, gussa-i matem de geçer, Dördüncü satır, neşeli dönemler de geçer, matem ve keder dönemleri de geçer diyor. Tüm duygusal durumlar geçicidir.

Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer, Beşinci satır, gece ve gündüz gibi zaman kavramları da yok olur, insanın anı da geçer diyor. Zaman ve varlık kavramları geçicidir.

Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi, Altıncı satır, hayatın bu yansıması aşk ile belimi büktü diyor. Aşkın insana ağır gelen bir yük olduğu anlatılıyor.

Çağlayan göz yaşı mı, yoksa ki hicran seli mi? Yedinci satır, bu gözyaşları akan bir pınar mı yoksa ayrılık seli mi diyor. Aşkın getirdiği acı sorgulanıyor.

İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi? Sekizinci satır, kadere ağlayan bu sazın bam teli mi diyor. İnsan hayatında derin etkiler bırakan acıların kaynağı sorgulanıyor.

Çevrilir dest-i kaderle bu şu’unun fili mi, Dokuzuncu satır, bu işlerin dizginleri kaderin eliyle mi çevriliyor diyor. Hayatın kontrolü kaderin elinde mi sorusu var.

Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer, Onuncu satır, ney susar, şarap dökülür, Cem'in coşkusu da geçer diyor. Hayatın keyifli anları da geçicidir.

İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan, On birinci satır, bu acımasız dünyadan ders aldıysan, okuduysan diyor. Dünyanın geçiciliği ve zorluklarından alınacak dersler var.

Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan. On ikinci satır, nefsini bu dünyevi isteklerden kurtar diyor. Ruhsal kurtuluş ve dünyevi zevklerden uzaklaşmak gerektiği anlatılıyor.

Niyyet-i hilkatı bul aşk-ı cihan aradan, On üçüncü satır, yaratılışın amacını dünya aşkından bul diyor. Gerçek anlamı ve yaratılışın nedenini anlamak gerektiği anlatılıyor.

Önü yoktan, sonu boktan, bu kuru da’vadan On dördüncü satır, bu boş davaların önü yok, sonu da kötü diyor. Hayatın geçici ve değersiz yönlerine dikkat çekiyor.

Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer. On beşinci satır, Tanrı'nın affına dair çaba gösterirsen cehennem bile geçer diyor. Affedilmenin ve ruhsal kurtuluşun önemini vurguluyor.

Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe, On altıncı satır, şeriat, tarikat, hakikat, kanunlar hiçbirinin hükmü kalıcı değildir diyor. Dinî ve toplumsal kuralların geçiciliğine dikkat çekiyor.

Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre On yedinci satır, bu dünya yaşadıkça bu kuralların hükmü geçici diyor. Dünyanın ve hayatın geçiciliği anlatılıyor.

Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre! On sekizinci satır, cahilin korku dolu kitabını Tanrı kapatsın diyor. Cehalet ve korkunun sona ermesi dileği var.

Ma’rifet mahkemesinde verilen hükme göre, On dokuzuncu satır, bilgi mahkemesinde verilen hükme göre diyor. Bilgi ve hikmetin önemini vurguluyor.

Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer. Yirminci satır, cennet iflas eder, Adem'in hikayesi bile geçer diyor. Cennetin ve Adem'in hikayesinin bile geçici olduğunu anlatıyor.

Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne, Yirmi birinci satır, serseri Neyzen'in aşk dolu sözlerine kulak ver diyor. Neyzen Tevfik'in kendi sözlerine dikkat çekiyor.

Girmemiştir bu avalim, bu bedyi’ gözüne. Yirmi ikinci satır, bu güzel dünya onun gözüne girmemiş diyor. Neyzen'in dünya zevklerine kapılmadığı anlatılıyor.

Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne. Yirmi üçüncü satır, cehaletin gücü ona kendi özünü göstermedi diyor. Cehaletin insanı kendi özünden uzaklaştırdığı anlatılıyor.

Pir olur sakiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne, Yirmi dördüncü satır, güllerin yüzüne bakılmayan pir olur diyor. Hayatta görünmeyen değerlerin büyüklüğünü anlatıyor.

Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer. Son satır, hakikat olur, sohbetler ve dostluklar da geçer diyor. Gerçeklerin ve ilişkilerin bile geçici olduğunu vurguluyor.

Bu şiir, Neyzen Tevfik'in hayata, aşka, bilgiye ve geçiciliğe dair derin düşüncelerini yansıtıyor. Her bir satır, hayatın farklı yönlerine dair felsefi ve manevi bir bakış açısı sunuyor.

devam edecek...






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.